Ve şüphesiz sen, pek büyük bir ahlak üzerindesin. (Kalem Suresi, 4)
Allah’a gönülden iman eden her insan, O’nun tüm emirlerini kayıtsız
şartsız yerine getirir. Bunun sonucunda da ortaya üstün bir ahlak modeli
çıkar. İşte kamil iman sahibi müminin sahip olduğu da, Kuran
hükümlerine uymanın getirdiği bu üstün ahlaktır.
İnsan güzel ve değerli olan tüm vasıflara ancak Allah’ın hükümlerine
uyarak sahip olabilir. Allah Kuran’da doğruluğu, adaleti, sabrı,
fedakarlığı, vefayı, sadakati, kararlılığı, itaati, alçakgönüllülüğü,
hoşgörüyü, şefkati, merhameti, öfkeyi yenmeyi ve daha birçok üstün ahlak
özelliğini emreder. Bunların aksi olan tüm ahlak bozukluklarını da açık
hükümlerle yasaklar.
Kuran’da sunulan bu üstün ahlakı yaşamak ise, kişinin Allah
korkusunun şiddetine, dolayısıyla vicdanının sesine uymasına bağlıdır.
Çünkü bir insan Allah’tan ne kadar çok korkarsa ve vicdanının gösterdiği
doğrulara ne kadar kesin bir şekilde tabi olursa, Allah’ın hükümlerine o
kadar itaatli olur. Aksi durumdaki bir kişi ise Kuran ahlakını
yaşamakta sebat gösteremez, süreklilik sağlayamaz. Allah’ın güzel olarak
gösterdiği ahlakın bazı özelliklerini üzerinde taşısa bile,
çıkarlarıyla çatıştığı anda bambaşka bir karaktere bürünebilir.
İşte bu noktada imani olgunluğa ulaşmış kişilerin üstünlüğü ortaya
çıkar. “Kamil iman” sahibi kişi güzel ahlak örneklerini hayatının her
anında, asla vazgeçmeden, diğer insanlardan kat kat daha yoğun ve üstün
bir biçimde gösterir. O, sabrın en fazlasını, fedakarlığın en güzelini,
teslimiyetin en mükemmelini, Allah sevgisinin en şiddetlisini yaşamaya
gayret eder. Ve bu sebeple de diğer insanlar içerisinde ahlaki vasıfları
ile öne geçer. Kuran’daki ifadeyle “takva sahiplerine önder” olur.
Elbette, her Müslüman için temel hedef, böyle üstün bir ahlaka sahip
olmaktır. Aksi durumda insan kendisine bir sınır çizerse kendini yeterli
gören bir konuma düşer ki, Kuran’ın birçok ayetinde insana kendisini
hiçbir konuda yeterli görmemesi gerektiği öğretilir. Bir ayette yeterli
görmenin kişiyi azdıracağına, yoldan çıkaracağına dikkat çekilir:
Hayır; gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğünden. (Alak Suresi, 6-7)
İşte bu sebeple Allah’a ve ahiret gününe inanan her kişinin, Kuran’da
emredilen ahlakı gücünün yettiğinin en fazlasıyla yaşamayı hedeflemesi
gerekir. Ancak böyle bir hedefi olan kişi cennete girmeyi ve sonsuz
hayatını orada peygamberlerle, salih müminlerle, şehitlik makamına
ulaşmış kişilerle ve doğru sözlü insanlarla geçirmeyi umabilir. Allah
yalnızca keskin bir itaatin bu güzel sonuca ulaştıracağını haber
vermiştir:
Kim Allah’a ve Resul’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine
nimet verdiği peygamberler, doğrular (ve doğrulayanlar), şehidler ve
salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar? (Nisa Suresi, 69)
Bu bölümde Allah’ın emrettiği üstün ahlakı, Kuran’da bildirilen
detaylarıyla inceleyeceğiz. Ve ayetlerin ifadesiyle “kurtuluşa
erenlerden” olabilmek için insanın ne derece yüksek bir şevk ve gayret
içerisinde olması gerektiğini göreceğiz.
Kamil İman Sahibinin Vicdanı
İnsan, kendisine daima kötülüğü emreden bir sesle, nefsiyle, birlikte
yaratılmıştır. Ancak bu sesin yanı sıra, yine nefsine ilham olunan ve
ona kötülüklerden sakınmayı telkin eden, kendisini sürekli olarak
doğruya ve iyiye çağıran şaşmaz bir ses daha vardır. Nefisteki bu
doğruya yönelten sese de “vicdan” adı verilir. Allah insanın nefsindeki
bu iki özelliği bize ayetlerde şöyle tanıtır:
Nefse ve ona ‘bir düzen içinde biçim verene’,
sakınmayı ilham edene (andolsun).
Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur.
Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 7-10)
Ayette belirtildiği gibi Allah insana nefsinin kötülüklerinden
sakınmayı ilham eder. Allah’ın bu ilhamı, kişinin vicdanı vasıtasıyla
olur. Dolayısıyla vicdan, bir anlamda mümini doğruya, güzel olana
çağıran Allah’ın sesidir. Bu nedenle de vicdan, aynı zamanda kamil
imanın anahtarıdır.
Kamil iman sahipleri sürekli olarak bu sese kulak verirler. Bu
kimselerin vicdan anlayışı, toplumun genelinde bilinen vicdan
anlayışından çok farklıdır. Halk arasında vicdan genellikle sadece
yoksullara, yaşlılara yardım etmek, yardım derneklerine bağışta bulunmak
gibi örneklerle bağdaştırılır. Buna benzer nadir olayların dışında ise
insanlar vicdanlarını devreye sokmaz ve nefislerinin öngördüğü şekilde
bir yaşam sürerler.
Vicdanlarını Kuran’da emredilen şekilde kullananlar, sadece kamil
iman sahipleridir. Çünkü onlar vicdanlarını hayatları boyunca her konuda
kullanırlar. Hedefleri Allah’a yakınlaşmak ve O’nun hoşnutluğunu
kazanmak olduğu için, şartlar ne olursa olsun, günün yirmi dört saati
boyunca vicdanlarının sesine kulak verirler. Ne yorgunluk, ne
uykusuzluk, ne de günlük hayatın kargaşası onların bu sesi gözardı
etmelerine yol açamaz. En sıkışık anlarında, en acil işlerinde bile,
vicdanlarından gelen tek bir uyarıyla hemen doğruyu görür ve en hayırlı
olan tavra yönelirler.
Bu konuyu daha iyi açıklamak için şöyle bir örnek verebiliriz:
Günlerce ağır bir işte çalıştıktan sonra aç, yorgun, uykusuz ve belki de
hasta bir halde uzun bir yolculuktan dönen mümin bir kimseyi düşünelim.
Tam bu ihtiyaçlarını karşılamak üzere kendisine vakit ayıracağı sırada
yardım talep eden zor durumda kalmış bir insanla karşılaşsa, hiçbir
tereddüte kapılmadan kendi ihtiyaçlarını bir kenara bırakarak bu
kimsenin yardımına koşar. Eğer kendi fiziksel durumu buna elverişli
değilse bile, tüm imkanlarını bu kişi için seferber ederek yardımcı
olabilecek başka kimseleri devreye sokar. Ve bunca sıkıntısı içinde
herşeyi bir yana bırakıp böyle bir yardımda bulunduğu için de karşı
tarafı asla minnet altında bırakmaz. Ne içinde bulunduğu sıkıntılı
durumu, ne de karşı taraf için yaptığı fedakarlığı dile getirir. Çünkü o
tüm bunları sadece ve sadece Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla
yapmakta ve bunun dışında da kimseden ne maddi ne de manevi bir karşılık
beklememektedir. Bu kimselerin tavrı Kuran’da şöyle bildirilir:
Biz size, ancak Allah’ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne
bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu
bir gün nedeniyle Rabbimiz’ den korkuyoruz. (İnsan Suresi, 9-10)
İşte kamil iman sahibinin vicdan anlayışı budur. Her türlü zor durum
ve şartta vicdanına uyar ve vicdanını kullanarak yaptığı hiçbir iyilik
için kimseden bir karşılık beklemez. Allah’ın razı olduğunu bilmenin
sevinci kendisine yeter.
Buna karşın aynı örneği bir de kamil imana sahip olmayan bir kimse
için ele alalım. Bu kişi içinde bulunduğu zor ve elverişsiz koşulları
kendisi için meşru bir mazeret olarak görür ve vicdanının kendisine
gösterdiği yolu görmezlikten gelir. Uykusuzluk, yorgunluk ya da açlık
gibi fiziksel ihtiyaçlarının olması tavırlarının değişmesine neden
olabilir. Bir anda tahammülsüz, sinirli ve ters bir insan haline
gelebilir. Böyle bir durumda değil yardım isteyen birine yardım etmek,
kendine yardımcı olmaya çalışan yakınlarına karşı bile anlayışsız ve
ters davranmayı doğal bir hakkı olarak görebilir. Eğer istisnai bir
durum olarak karşı tarafa yardım etmeyi kabul etse bile, bunu mutlaka
söylenerek, başa kakarak ve karşı tarafı minnet altında bırakarak yapar.
Görüldüğü gibi kamil iman sahibi olan kimselerle, olmayanların ahlak
ve tavırları arasında büyük bir uçurum vardır. Bu fark yaşamlarının her
anına yansır ve yine aynı şekilde ahirette alacakları karşılıkta da
mutlaka ortaya çıkacaktır.
Kamil İman Sahibinin Sabrı
Kamil iman sahibi bir kişi, sabretmeyi yalnızca zorluklara,
sıkıntılara göğüs germek şeklinde kısıtlı bir anlayış içinde
değerlendirmez. Kuran’da haber verilen,”Ey iman edenler, sabredin ve
sabırda yarışın…” (Al-i İmran Suresi, 200) ayetinin hükmüyle, her
durumda Kuran’ın bütün hükümlerini eksiksiz ve mükemmel biçimde yerine
getirmede, yasaklanan konulardan sakınmaya azami dikkat göstermede ve
her durumda en ideal tavır ve davranışı, en üstün ahlakı sergilemede
hayatı boyunca yılmadan ve gevşemeden sürekli bir kararlılık gösterir.
Kısaca, Kuran’da tarif edilen ideal mümin modelini yaşamada süreklilik
göstererek, hiçbir şartta ve durumda taviz vermeden, zaaf göstermeden
sabrını ortaya koymuş olur. Çünkü güzel ahlak ancak sürekli bir çaba
harcandığında ortaya çıkar ve kamil iman sahipleri de bu çabalarında
sabredenlerdir.
İşte bu nedenle de sabır, kamil iman sahibi bir kimsenin tüm yaşamını
kapsar, tüm hareket ve davranışlarına yansır. Kamil iman sahibi kişi,
Rabbimiz’in,
“Şu halde, güzel bir sabır (göstererek) sabret” (Mearic
Suresi, 5) hükmü doğrultusunda en derin sabrı gösterir. Tevazuda sabır
gösterir, en mütevazi insan olur; Allah rızası için infakta sabır
gösterir, en cömert insan olur; kendi nefsini tercih etmemekte sabır
gösterir, en fedakar insan olur.
En güzel ahlakı sergilemekte gösterilen sabırla ilgili Allah Kuran’da şöyle bir örnek vermiştir:
İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü)
uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık
bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir. Buna da,
sabredenlerden başkası kavuşturulamaz. Ve buna, büyük bir pay sahibi
olanlardan başkası da kavuşturulamaz. (Fussilet Suresi, 34-35)
Ayette görüldüğü gibi Allah müminlere bir kötülükle
karşılaştıklarında en güzel tavrı göstermelerini emretmiştir. Ve bunu da
ancak sabreden kişilerin başarabileceğini bildirmiştir. Bu örnek güzel
ahlak sergilemekte sabrın ne kadar önemli bir rolü olduğunu açıkça
göstermektedir.
Kamil iman sahibi kişinin bir özelliği de, bu güzel ahlak örneklerini
sergilerken karşılaştığı olumsuz gibi görünen hiçbir olayda yılgınlık
ve kararsızlık göstermemesi veya kendisine bir nimet verildiğinde de
asla şımarıklığa kapılmamasıdır.
Bir insan hayatının bazı zamanlarında cömert, fedakar veya son derece
mütevazi olabilir. Veya bir zorluğa karşı dayanıklılık gösterebilir.
Ancak kişinin bu güzel özellikleri belirli durumlarda terk etmesi,
kendine birtakım sınırlar çizmesi, “bam teli”nin olması, zorluk
anlarında güzel tutum ve davranışlarından taviz vermesi, olumsuz
tavırlara girmesi, o güne kadar yaptıklarının da değersiz kalmasına
neden olabilir. Çünkü önemli olan, taklidi, göstermelik, yüzeysel ya da
geçici bir güzel ahlak değil; hiçbir şartta taviz verilmeyen,
şahsiyetiyle bütünleşmiş, yerleşmiş bir yapıdır. Allah bir ayette; ”…
Sürekli olan ‘salih davranışlar’ ise, Rabbinin Katında sevap bakımından
daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır” (Kehf Suresi,
46) şeklinde bildirerek insanın genel karakterinin parçası olmuş güzel
tutum ve davranışların Kendi Katında değerli olduğunu belirtmiştir.
Sabır, müminin Allah’a karşı olan samimiyetinin ve O’na yakınlaşmak
için gösterdiği çabanın en önemli göstergelerinden biridir. Çünkü insan
ancak samimiyeti, Allah’a olan yakınlığı oranında sabır gösterebilir. Bu
özellikleri en üst düzeyde barındıran kamil iman sahipleri de sabır
göstermede yarışırlar. Bir fedakarlıkta bulunmaları gerekiyorsa bunu, en
güzel şekilde, ellerindeki imkanı en yüksek derecede kullanarak
yaparlar. Bir ayette, ”Ve onlar Rablerinin yüzünü (hoşnutluğunu)
isteyerek sabrederler…” (Rad Suresi, 22) diye haber verilir. Bu insanlar
bir zorlukla karşılaşırlarsa da, kesinlikle içlerinde bir sıkıntı,
tevekkülsüzlük yaşamadan Allah’tan yardım dilerler.
Halk arasında sabır, genelde “tahammül” ile karıştırılır. Oysa kamil
iman sahibinin yaşadığı sabrın, tahammül kavramı ile bir ilgisi yoktur.
Zira tahammül etmek, hoşa gitmeyen, acı veren bir durum karşısında
zorunlu bir katlanma ya da memnuniyetsiz bir bekleyiştir. Allah için
gösterilen sabır ise, bir sıkıntı kaynağı değil, büyük bir zevk ve
mutluluk vesilesidir. Kamil iman sahibi mümin Allah’ın rızasını kazanmak
amacıyla sabreder, dolayısıyla sabrından dolayı bir sıkıntıya kapılmaz,
aksine bundan manevi bir haz duyar, Allah’ın bu sabrın karşılığında
vaadettiği nimet ve güzellikleri ümit ederek büyük bir sevinç duyar.
Allah sabrın iman etmeyenler için sıkıntı veren bir durum olduğunu bir
ayette şöyle haber verir:
Sabır ve namazla yardım dileyin. Bu, şüphesiz, huşû duyanların dışındakiler için ağır (bir yük)dır. (Bakara Suresi, 45)
Kamil imanlı bir müminin sabrı öyle derindir ki, kurtulmak istediği
herhangi bir sorundan kurtulamasa veya istediklerine ulaşamasa bile
sabrında ve talebinde yine bir değişiklik olmaz. Çünkü herşeyin Allah’ın
kontrolünde olduğunu ve sabrının karşılığını ahirette fazlasıyla
alacağını bilir. Bu yüzden karşısına çıkan her olayda Allah’tan hep
razıdır, O’nun sonsuz şefkatine ve merhametine iman eder, O’na dayanıp
güvenir. Eğer Allah kendisinin istediği bir şeyi hemen vermiyorsa
mutlaka onun ardında daha büyük bir hayır ve güzellik gizlidir. Çünkü
Allah bütün dualara cevap veren ve sabredene de karşılığını verendir,
vaadi haktır. Bir ayette bildirildiği gibi, ”… Allah’tan daha doğru
sözlü kimdir?” (Nisa Suresi, 87) Bunun farkında olan mümin şöyle
düşünür: Belki Allah kendisine istediğinden fazlasını verecektir fakat
öncelikle kendisini olgunlaştırmaktadır, belki de onun tavrını ve
Kendisi’ne olan bağlılığını denemektedir. Müminlerin Allah’a olan bu
teslimiyetleri Kuran’da şöyle bildirilmiştir:
Onlara bir musibet isabet ettiğinde, derler ki: “Biz Allah’a aitiz ve şüphesiz O’na dönücüleriz.” (Bakara Suresi, 156)
Nitekim Allah, kendilerini deneyeceğini bildirerek, müminlere
karşılarına çıkan zorluklara karşı sabretmelerini tavsiye etmiş ve bunun
hayırla sonuçlanacağını da müjdelemiştir:
Andolsun, Biz sizi bir parça korku, açlık ve bir parça mallardan,
canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri
müjdele. (Bakara Suresi, 155)
Mümin ömrü boyunca güzel bir sabır gösterir.
“Rabbin için sabret” (Müddessir
Suresi, 7) hükmüne yaşamının her anında itaat eder. Sonunda ise Allah’a
kavuşur ve Allah onu rızası ve cennetiyle ödüllendirir. Cennetin
kapısındaki melekler, gelen müminlere şöyle seslenirler:
Sabrettiğinize karşılık selam size. (Dünya) Yurdun(un) sonu ne güzel. (Rad Suresi, 24)
Kamil İman Sahibinin Merhamet Anlayışı
Sonra iman edenlerden, sabrı birbirlerine tavsiye edenlerden,
merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak. (Beled Suresi, 17)
Kuran’da haber verilen, ”Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir
hanif) olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun
üzerine yaratmıştır…” (Rum Suresi, 30) ayetiyle açıklandığı gibi, insan
fıtrat olarak din ahlakını yaşamaktan zevk alacak ve ancak bu şekilde
huzur duyabilecek şekilde yaratılmıştır. Bu nedenle Kuran’da tavsiye
edilen şefkat ve merhamet gösterme şekli, kamil iman sahiplerinin hiçbir
zorlanmayla karşılaşmadan imanlarının doğal bir sonucu olarak sahip
oldukları bir ahlaktır. Allah, Kuran ahlakına uydukları için mümin
kullarının üzerinde Rauf (pek esirgeyen, çok acıyan) ve Rahman
isimlerini tecelli ettirir. Çünkü Allah merhametlilerin en merhametlisi,
sonsuz şefkat sahibi olandır. Kuran’da pek çok ayetle Allah’ın sonsuz
şefkatine ve merhametine dikkat çekilmiştir:
… Çünkü O, onlara (karşı) çok şefkatlidir, çok esirgeyicidir. (Tevbe Suresi, 117)
… O merhametlilerin (en) merhametlisidir. (Yusuf Suresi, 92)
… Şüphesiz Allah, insanlara karşı şefkatlidir, çok merhametlidir. (Hac Suresi, 65)
İşte bu ahlakı üzerlerinde taşıyan kamil iman sahipleri, insanlara
karşı şefkatli ve merhametlidirler. Ancak onların merhamet anlayışı,
halk arasında yaygın olan merhamet anlayışından büyük farklılıklar
içerir. Onların merhameti Allah’ın merhametinin bir tecellisi olduğu
için, Allah’ın rızasına ve Kuran’a uygun bir merhamet şeklidir.
Merhametlerinde ölçü aldıkları tek yol gösterici Kuran’dır. Kuran’ın
dışında bir sistemin ölçülerini içeren bir merhamet anlayışının da
“şeytani” bir merhamet olacağını bilirler.
Söz gelimi kendilerinden yardım talebinde bulunan bir kimsenin, bu
yardımı hayır yolunda mı yoksa Allah’ın beğenmediği bir yolda mı
kullanacağı onlar için önemli bir ölçüdür. Eğer bu yardım hayır için
isteniyorsa merhametleri devreye girer ve maddi manevi her türlü yardımı
yaparlar. Ancak yine aynı şartlar altında olduğu halde elde ettiği
yardımı haram bir fiil için kullanacak birine yardım etmeyi kabul
etmezler. Allah’ın beğendiği asıl merhamet de budur. Bir kişiyi Allah’ın
beğenmediği bir tavrı uygulamaktan alıkoyup dosdoğru yola iletmek,
dünyada kavrayamasa bile ahirette anlayacağı ve çok şükredeceği gerçek
bir iyilik ve merhamet şeklidir.
Bunun dışında müminler, şefkat ve merhameti, temel hedefleri dine
muhalefet etmek olan inkarcılara karşı da göstermezler. Kuran’da bu
konuda verilen ölçü ise ayette şöyle bildirilmiştir:
Muhammed, Allah’ın elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar da kafirlere
karşı zorlu, kendi aralarında ise merhametlidirler… (Fetih Suresi, 29)
İnananlar, ancak Allah’a gönülden bağlı kimseler olan “müminlere”
merhamet ederler. İnkarcılara karşı ise son derece zorlu ve kararlı bir
karakter gösterir ve merhamet adı altında asla bir gevşekliğe düşmezler.
Çünkü böyle bir tavır, yukarıda açıkladığımız gibi “şeytani bir
merhamet” anlayışı olacaktır. Allah onların müminlere karşı
tavrının, ”Eğer sizi ele geçirecek olurlarsa, size düşman kesilirler,
ellerini ve dillerini kötülükle size uzatırlar. Onlar sizin inkar
etmenizi içten arzu etmişlerdir.” (Mümtehine Suresi, 2) şeklinde
olduğunu bildirmiştir. Bu durumda, düşmanlıklarını göstermek için fırsat
arayan böyle kimselere merhamet göstermenin akılcı bir tavır olmayacağı
da açıktır.
Bunun yanında inananların müminlere gösterdikleri merhamet ve şefkat
ise, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir ahlak örneğidir. Bu merhamet
onlara beraberinde fedakarlığı, ince düşünceyi, affediciliği, sevgiyi ve
saygıyı da getirir. Kamil iman sahipleri karşılarındaki kişinin maddi
manevi her türlü ihtiyacını daha o söylemeden fark eder, duydukları
derin şefkat nedeniyle ona hemen yardımcı olmaya çalışırlar. Bu konuda
çaba harcamaktan da hiçbir şekilde yılmazlar. Kuşkusuz ki her konuda
olduğu gibi bu konuda da müminlere en güzel örnek peygamberlerin
tavrıdır. Ayette Peygamberimiz (sav)’in Müslümanlara karşı duyduğu
şefkat ve merhamet şöyle anlatılmıştır:
Andolsun size, içinizden de sıkıntıya düşmeniz O’nun gücüne giden,
size pek düşkün, müminlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi
gelmiştir. (Tevbe Suresi, 128)
Ayette de görüldüğü gibi, Peygamberimiz (sav)’in şefkati imanı ile
doğru orantılı olarak o kadar yoğundur ki, Allah müminlerin herhangi bir
konuda sıkıntıya düşmelerinin onun gücüne gittiğini bildirmiştir. İşte
kamil iman sahiplerinin kendilerine hedef aldıkları merhamet anlayışı da
budur.
Kamil İman Sahibinin Fedakarlığı
Bir insanın hiçbir karşılık beklemeden karşısındaki insanlar için
özveride bulunabilmesi ancak Allah’tan korkması ve ahirete inanmasıyla
mümkün olur. Çünkü bu insanlar dünya hayatında gösterdikleri maddi
manevi her türlü çabanın karşılığını Allah’tan beklerler. İşte bu
nedenle de cahiliye insanlarının aksine kamil iman sahipleri, her konuda
herkese karşı üstün fedakarlık örnekleri sergileyebilirler.
Cahiliye toplumunda ise, insanların büyük bölümü ince bir fedakarlık
anlayışından uzak bir yapı gösterir. Bunun en büyük nedeni, din
ahlakından uzaklaşmalarından kaynaklanan bencillikleridir. Herkes
öncelikli olarak kendi menfaatini düşünür; diğer insanların ihtiyaçları
her zaman için geri plandadır.
Oysa gerçek imana sahip bir kişinin ahlakı ve tavrı bu kimselerden
tamamen farklıdır. Bu kimselerin en önemli özelliklerinden biri
nefislerinin bencil tutkularından kurtulmuş olmalarıdır. Çünkü ancak
nefsinin sınır tanımayan isteklerini yenen, onu kontrolü altında tutan
mümin diğer müminlere karşı fedakar ve ince düşünceli davranabilir.
Nitekim kamil iman, müminlerin gerekirse kendi haklarından da feragat
ederek diğer mümin kardeşlerini kendilerinden daha üstün tuttukları bir
ahlakı getirir. Gerçek iman, gerçek teslimiyet ve gerçek vicdan da
budur. Bu konuyla ilgili Kuran’da şöyle bir örnek verilmiştir:
Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine)
yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen
şeylerden dolayı da içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar.
Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz
nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’
korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Haşr Suresi, 9)
Ayette, bu kimselerin kendileri ihtiyaç içerisinde olsalar dahi,
mümin kardeşlerinin ihtiyaç ve isteklerini kendilerininkine tercih
ettikleri bildirilmektedir. Ve gösterdikleri bu ahlak sadece belirli
olaylarda ortaya çıkan değil, hayatlarının tümüne hakim olan bir
tavırdır. En aç, en uykusuz, en yorgun kısacası fiziksel açıdan en zor
durumda olduklarında bile hiçbir zorlanma hissetmeden ellerindeki imkanı
diğer müminlere aktarıp kendi ihtiyaçlarını ikinci plana atabilirler.
Ve bundan dolayı hiçbir zaman için sıkıntı duymaz, hiçbir zaman
fedakarlıkta bulundukları için karşı tarafı minnet altında bırakmazlar.
Cahiliye ahlakını taşıyan insanlar zorunlu olarak bir fedakarlıkta
bulundukları zaman, mutlaka hoşnutsuzluklarını belli ederler. Ya
iğneleyici bir sözle, ya ters bir bakışla ya da çirkin bir tavırla
içlerinde duydukları öfkeyi ve tahammülsüzlüğü hissettirirler. Oysa
gerçek imana sahip bir insan hiçbir zaman karşı tarafın, aslında onun
için büyük bir fedakarlıkta bulunduğunu anlaması için ters bir tavır
göstermez. Aksine bunu karşı tarafa mümkün olduğunca hissettirmemeye
çalışarak haklarından feragat eder. Çünkü onun için, yaptığı güzel tavrı
yalnızca Allah’ın bilmesi yeterlidir. Kimi zaman fedakarlıkta
bulunduğunu karşı taraf farketmez bile.
Kamil İman Sahibinin Tevazusu
… İşte sizin ilahınız bir tek ilahtır, artık yalnızca O’na teslim olun. Sen alçak gönüllü olanlara müjde ver. (Hac Suresi, 34)
Kuran ahlakında tevazu, insanın Allah’a karşı aciz bir kul olduğunu
bilmesi ve tüm yaşamını ve davranışlarını bu bilgi doğrultusunda
yönlendirmesidir. Allah’ı takdir edebilen bir mümin için bunun aksi
mümkün değildir zaten. Çünkü Allah’tan başka ilah yoktur. Herşeyi
yaratan, öldüren ve sonra yeniden diriltecek olan, her işi evirip
çeviren O’dur. O’ndan başka kuvvet sahibi yoktur. O herşeyi sarıp
kuşatan, herşeye gücü yeten, kaderi yaratan, herşeyi işiten ve gören,
herşeyden haberi olandır. Allah bütün eksikliklerden uzak ve hiçbir
şeye ihtiyacı olmayan, daima diri olan, şaşırmayan, unutmayandır.
Buna karşılık insan ise hiçbir şeyi yaratmaya gücü yetmeyen, üstelik
kendisi yaratılmış olan ve Allah’ın kendisine öğrettiği dışında hiçbir
bilgisi olmayan aciz bir varlıktır. Her an ihtiyaç içindedir ve Allah’ın
kendisine an an verdiği binlerce nimete muhtaçtır. Bunlardan tek bir
tanesi bile olmadığında acze ve sıkıntıya düşer. Ancak Allah’ın verdiği
rızık ile yaşamını devam ettirebilen, kusurlu ve eksik bir varlıktır.
Böylesine üstün, benzersiz ve tek olan Allah’ın büyüklüğü karşısında,
bu kadar büyük acizlikler içerisinde olan insanın, tevazu dışında bir
ahlak göstermesi, herşeyden önce yaradılışına aykırıdır. Bu nedenle
kamil iman sahipleri hayatlarının her anını acizliklerini bilerek
geçirirler. İşte bu bilinç de onlara doğal olarak tevazulu bir tavır
kazandırır. Bu tevazu onların yüzlerinden, bakışlarından,
konuşmalarından anlaşıldığı kadar diğer tüm ahlak özelliklerinde de
kendini gösterir. Örneğin ancak tevazulu bir insan kendisine verilen
öğütlerden istifade edebilir. Müminlerden kendisine gelecek olan her
türlü tavsiyeye ve eleştiriye açıktır. Nitekim, derin iman sahibi bir
kişi en titizlikle uyguladığını düşündüğü bir konuda bile kendisine bir
öğüt verildiğinde, hiçbir itirazda bulunmaz ve söylenildiği gibi daha
iyisini yapmaya çalışır. Tamamen haklı olduğu bir konuda haksız olduğu
söylense bile, bunu da olgunlukla karşılar. Ve Hz. Yusuf gibi şöyle
söyler:
(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis,
-Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü
emredendir… (Yusuf Suresi, 53)
Böyle bir tevazu anlayışı, kişinin kendini yeterli görmesini ve ne
kadar akıllı olursa olsun aklını beğenmesini engellediği için, onun her
zaman daha iyiye ve daha mükemmele doğru ilerleyebilmesini, duyduğu her
sözden, aldığı her öğütten, her tavsiyeden istifade etmesini sağlar.
Aklını beğenen ve içinde bulunduğu acizliği unutup Allah’a karşı
büyüklenen bir kimse ise, herşeyden önce yaradılışına aykırı bir tavır
içerisine girmiş olur. Allah Kuran’da,
“… onların göğüslerinde kendisine ulaşamayacakları bir büyüklük (isteğin)den başkası yoktur…” (Mümin
Suresi, 56) hükmüyle bunun erişilmesi imkansız bir istek olduğuna
dikkat çekmiştir. Allah bir başka ayette de büyüklenenleri sevmediğini
bildirmiştir:
İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak
yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni
sevmez. (Lokman Suresi, 18)
Bu kimseler nasıl yaratıldıklarını, hem bedensel hem de zihinsel
olarak Allah’ın karşısında ne kadar büyük bir acizlik içerisinde
olduklarını unutmuşlardır. Bu tavır ise, Kuran’da şeytanın özelliği
olarak anlatılmaktadır. Allah ilk insan olan Hz. Adem’i yarattığında tüm
meleklere ona secde etmelerini emretmiş ancak şeytan kendisinin
insandan daha üstün bir varlık olduğunu öne sürerek secde etmeyi
reddetmiştir. Kuran’da şeytanın bu çirkin tavrı şöyle bildirilir:
Hani Rabbin meleklere: “Gerçekten ben, çamurdan bir beşer
yaratacağım” demişti. “Onu bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğim
zaman da siz onun için hemen secdeye kapanın.” Meleklerin hepsi topluca
secde etti; Yalnız İblis hariç. O büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu.
(Allah) Dedi ki: “Ey İblis, iki elimle yarattığıma seni secde etmekten
alıkoyan neydi? Büyüklendin mi, yoksa yüksekte olanlardan mı oldun?
“Dedi ki: “Ben ondan daha hayırlıyım; Sen beni ateşten yarattın, onu ise
çamurdan yarattın.” (Allah) Dedi ki: “Öyleyse ordan (cennetten) çık,
artık sen kovulmuş bulunmaktasın.” “Ve şüphesiz, din (kıyametteki hesap)
gününe kadar Benim lanetim senin üzerinedir.” (Sad Suresi, 71-78)
İşte Allah’a karşı büyüklendikleri için insanlara karşı da büyüklük
taslayanların durumu budur. Bu kimseler kendilerini çok beğendikleri ve
akıllarından çok emin oldukları için hiç kimsenin sözüne itibar
etmezler. Her zaman kendi bildiklerini uygularlar. Bu da onların
Kuran’da emredilen pek çok ahlak özelliğini yaşayamamalarına neden olur.
Daha da önemlisi Allah Kuran’da,
“Ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklenenler, işte onlar ateşin arkadaşlarıdır; onda sonsuzca kalacaklardır.” (Araf
Suresi, 36) şeklinde bildirmiştir. Allah’a karşı acizliklerini
unutanlar ve büyüklük taslayanlar cehennemle karşılık göreceklerdir.
Kamil iman sahipleri ise bu tavırdan sakındıkları için cennetle ödüllendirileceklerdir:
İşte ahiret yurdu; Biz onu, yeryüzünde büyüklenmeyenlere ve
bozgunculuk yapmak istemeyenlere (armağan) kılarız. (Güzel) Sonuç takva
sahiplerinindir. (Kasas Suresi, 83)
Kamil İman Sahibinin Bağışlayıcılığı
İnsan hata yapmaya yatkın bir varlıktır. Dünyaya denemeden geçirilmek
için gelmiştir ve ancak Kuran ahlakını öğrendikçe olgunlaşmakta,
içerisinde bulunduğu hatalardan kurtulmakta ve ancak bu şekilde üstün
bir ahlaka ulaşabilmektedir. Nitekim Kuran’da bildirilen tevbe ile
ilgili ayetler de insanın bu acizliğinin bir göstergesidir. Allah
insanın Yaratıcısı olarak onun bu acizliğini bilir ve Kuran’da, cehalet
nedeniyle hata yapan, fark ettiğinde ise hemen tevbe edip tavrını
düzelten kimselerin hatalarını bağışlayacağını bildirir:
Allah’ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet
nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir).
İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm
ve hikmet sahibi olandır. (Nisa Suresi, 17)
İnsan aklını ve vicdanını en güzel şekilde kullanıp tüm samimiyetiyle
hareket ediyorsa ve buna rağmen hatalı bir tavır içerisine giriyorsa,
Allah’ın bağışlamasını umabilir. Allah pek çok ayette “bağışlayan”
olduğunu, “affedici” olduğunu haber vermiştir. Bir ayette şöyle denir:
Haber ver kullarıma; şüphesiz Ben, Ben bağışlayanım, esirgeyenim. (Hicr Suresi, 49)
Allah yapılan hataları bağışlayacağını bildirmişken, müminlerin bu
kimseleri bağışlamamaları gibi bir durum ise elbette söz konusu
değildir. Ayrıca Allah birçok ayette müminlere de aynı şekilde
bağışlayıcı olmalarını tavsiye etmiştir:
Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam’a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir. (Araf Suresi, 199)
Bu ahlak üzerindeki kamil iman sahipleri, müminlere karşı Allah’ın
emrettiği şekilde bağışlayıcı bir tavır gösterirler. Kuşku yok ki bu,
üstün bir vicdan alametidir. Çünkü bir hata yapıldığında özellikle de bu
hatadan dolayı maddi ya da manevi bir zarar oluştuğunda, affedici bir
tavır göstermek insanların nefislerine çok ağır gelir. Hatta aksine
kızarak öfkelerini dışa vurmak ve karşı tarafa yaptığının karşılığını
vermek isterler. Oysa ki müminler Allah’ın Kuran’da emrettiği gibi
öfkelerini yenerler.
İnananlar Allah’ın emri gereği, nefislerine uymaz ve Kuran’ın
tavsiyesine uyarak bağışlama yolunu seçerler. Bir hataya düşen kişiye
yapacakları en büyük iyiliğin, “güzel sözle öğüt vermek” ve bu şekilde
içerisinde bulunduğu hatanın yanlışlığını göstermek olduğunu bilirler.
Çünkü bir ayette,
“Sen öğüt verip-hatırlat; çünkü gerçekten öğütle-hatırlatma, müminlere yarar sağlar.” (Zariyat Suresi, 55) şeklinde belirtilmiştir.
Bir başka ayette de Allah,
“… affetsinler ve hoşgörsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Nur
Suresi, 22) şeklinde buyurmaktadır. Mümin bir hata yaptığı ve bundan
samimi olarak vazgeçtiği zaman bunun hem Allah Katında bağışlanmasını
içten arzu eder, hem de Müslümanların onu bağışlayıp güven duymalarını
ister. Ve bağışlayıcı bir tavırla karşılaştığı zamanda bunun Allah’ın
büyük bir nimeti ve Allah’ın sağladığı bir kolaylık olduğunu fark eder.
Bu nedenle kamil iman sahipleri kendileri için talep ettikleri bu
bağışlanmayı karşılarındaki kimselere de gösterirler. Kuşkusuz ki bu
aynı zaman da Allah’ın hoşnutluğunu ve rızasını kazanmaya da en uygun
olan tavırdır:
… Yine de affeder, hoş görür (kusurlarını yüzlerine vurmaz) ve
bağışlarsanız, artık elbette Allah, bağışlayandır,
esirgeyendir. (Teğabün Suresi, 14)
Kamil İman Sahibinin Adalet Anlayışı
Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder; çirkin
utanmazlıklardan (fahşadan), kötülüklerden ve zorbalıklardan sakındırır.
Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz. (Nahl Suresi,
90)
Allah Kuran’da insanlara şartlar her ne olursa olsun adaletten ödün vermemelerini emretmiştir:
Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile
olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister
zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır.
Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip
büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah,
yaptıklarınızdan haberi olandır. (Nisa Suresi, 135)
Kamil imana sahip müminler Allah’ın bu emrini eksiksiz olarak yerine
getirirler. Verecekleri kararın sonuçları kendilerini ya da en
yakınlarını etkileyecek olsa dahi, Allah için adaleti ayakta tutarlar.
Çünkü onlar, öldükten sonra hesap vereceklerini ve tüm yaptıklarının her
ayrıntısıyla karşılarına çıkacağını, küçük büyük herşeyden hesaba
çekileceklerini bilirler. Bu nedenle de dünyada söz konusu olabilecek
hiçbir çıkarı, ahirette kazanacaklarını umdukları Allah’ın rızası ve
cennetinden üstün görmezler.
Samimi müminlerin en önemli özelliklerinden biri, kendilerine
“yarışıp öne geçenlerin yolunu” seçmiş olmalarıdır. Bu nedenle her
işlerinde Allah’ın en çok razı olacağını umdukları tavrı gösterirler. Bu
yüzden ne akrabalık bağları, ne kendi dünyevi menfaatleri onları adil
davranmaktan alıkoymaz. Çünkü Allah bir Kuran ayetinde şöyle
emretmektedir:
Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi
ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor.
Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor. Doğrusu Allah, işitendir,
görendir. (Nisa Suresi, 58)
Bir başka ayette ise Allah, inananların düşmanlık besledikleri
kimselere karşı dahi son derece adaletli davranarak, takvalarından taviz
vermemelerini emretmiştir:
Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta
tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet
yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz
Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8)
Allah’ın hükümlerini kesin olarak yerine getiren kamil iman sahipleri
bu özellikleriyle cahiliye toplumundan tamamen ayrılırlar. Çünkü
cahiliye sisteminde öfke ve kin duyulan bir kimseden intikam alma
duygusu her zaman için daha ağır basar. Vicdan devre dışı kalır ve
kişinin alacağı kararlarda nefsi hakim konuma gelir. Nefiste bulunan
öfke ve kızgınlık ise kişinin aklını ve muhakeme yeteneğini örter. Bu
nedenle de kişi, adil kararlar alamaz.
Kuran’ın belirttiği anlamda bir adalet anlayışı için ise, kişinin
herşeyden önce nefsinin isteklerine karşı koyabilmesi ve vicdanının
sözünden bir an olsun çıkmaması gerekir. Ayrıca öfkelendiğinde öfkesine
hakim olabilecek bir iradeye sahip olması ve bunu her an Kuran’ın
koyduğu ölçüler içerisinde düşünebilmesi şarttır.
İşte kamil iman sahipleri bu özelliklerin tamamına sahiptirler.
“… Şüphesiz Allah, adil olanları sever.” (Hucurat Suresi, 9) ayetinin hükmü gereği adaletten asla taviz vermezler.
Kamil İman Sahibinin Hakkı Tavsiye Etmesi
Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten
(münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte
bunlardır. (Al-i İmran Suresi, 104)
Allah’ın Kuran’daki bu emrine kamil iman sahipleri tam olarak
uyarlar. “İyiliği emredip kötülükten men etmek” anlayışı ölene kadar tüm
yaşamlarına hakim olur. “İyiliği emredip kötülükten men etme”nin ne
olduğunu ise kuşku yok ki en doğru olarak Kuran’dan öğrenebiliriz.
Kuran’a göre iyiliği emretmek, karşı tarafın herşeyden önce Allah’ı
tanıması, O’nu çok sevmesi ve O’ndan çok korkması gerektiğini bilmesini,
ahiretin kesin bir gerçek olduğunu ve Kuran’dan sorulacağını
kavramasını sağlamak; vicdanını kullanmaya teşvik etmek, samimiyeti,
candanlığı, sevgiyi, saygıyı, şefkati, merhameti, hoşgörüyü,
affediciliği, fedakarlığı kısacası tüm Kuran ahlakını en mükemmel
şekilde yaşamasını sağlamaktır. Gerçek iyilik budur. Çünkü bu karşı
tarafın dünyada ve ahirette en güzel hayatı yaşamasını sağlayacak ve
onun sonsuz bir azaptan kurtulmasına vesile olacaktır.
Kötülükten men etmek ise, kişinin şeytana uymasını engellemek,
nefsinin bencil tutkularından arınmasını sağlamak, onu
samimiyetsizlikten, ikiyüzlülükten, kibirden, Allah’a karşı
büyüklenmekten, vicdansızlıktan arındırmak ve Allah’ın razı olmayacağı
bir tavra girmesini engellemektir.
İşte kamil iman sahiplerinin hakkı tavsiye etmeleri bu şekilde olur. Allah bu kimseleri Kuran’da şöyle tanımlamıştır:
Bunlar, Allah’a ve ahiret gününe iman eder, maruf (iyi) olanı
emreder, münker (kötü) olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte
bunlar salih olanlardır. (Al-i İmran Suresi, 114)
Onlar bu çabalarından dolayı kimseden bir karşılık beklemezler.
Onların tek hedefleri Kuran’ın emirlerini gereği gibi yerine
getirebilmek ve böylece Rabbimiz’in rızasını kazanabilmektir. Allah
inananlara bu konuda peygamberlerin ahlakını örnek gösterir. Allah’ın
elçileri tarih boyunca gönderildikleri tüm kavimleri uyarıp korkutmuş ve
onlara şöyle söylemişlerdir:
Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir. (Şuara Suresi, 109)
Kuran’da bu konudaki diğer bir örnek de Hz. Musa’nın Firavun’a olan tebliğidir. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
Hani Rabbi ona, kutsal vadi Tuva’da seslenmişti:
“Firavun’a git; çünkü o, azdı.”
Ona de ki: “Temizlenmek ister misin?”
“Seni Rabbine yönelteyim, böylece (O’ndan) korkmuş olursun.”
(Musa) Ona büyük mucizeyi gösterdi.
Fakat o, yalanladı ve isyan etti.
Sonra da (karşı yönde) çaba harcayıp sırtını döndü.
Sonunda (yardımcı güçlerini) topladı, seslendi;
Dedi ki: “Sizin en yüce Rabbiniz benim.”
Böylelikle Allah onu, ahiret ve dünya azabıyla yakaladı.
Gerçekten bundan ‘içi titreyerek korkacak’ olan bir kimse için elbette bir ibret (ders) vardır. (Naziat Suresi, 16-26)
Ayetlerde görüldüğü gibi Hz. Musa, Firavun’u Allah’a iman etmeye
davet etmiş, ancak o büyüklenerek Allah’a karşı başkaldırmıştır. Hz.
Musa’nın bundan sonra üzerinde bu konuda bir sorumluluk kalmamıştır.
Onun görevi iyiliği emretmek ve kötülükten men etmektir.
Ancak müminlerin tebliği sadece inkarcıları dine davet etmekten
ibaret değildir. Onlar Müslümanların da sürekli daha iyiye yönelmeleri,
daha güzel davranışlar göstermeleri ve hatalarından arınmaları için
tebliğ yaparlar. Mümin kardeşlerine iyilikleri emreder ve onları da
kötülüklerden men ederler. Birbirlerinin Allah’ın rızasını kazanmalarını
ve cennetin en yüksek makamlarıyla karşılık bulmalarını isterler.
Bu noktada kamil iman sahiplerinin önemli bir özelliğine dikkat
çekmekte fayda vardır. Onlar din ahlakını sadece sözleriyle tebliğ etmez
aynı zamanda tüm yaşantılarıyla da bu ahlakı anlatmış olurlar.
Saatlerce dostluğun, candanlığın, samimiyetin ne olduğunu anlatacakları
yerde, samimiyeti ve candanlığı yaşar ve bu güzel ahlakı “halleriyle”
anlatmış olurlar. Karşılarındaki kişiler onların yaptığı bu “hal ile
tebliği” gördüklerinde, de samimiyetin ne olduğunu, hiç anlatılmadığı
halde çok net bir biçimde kavrayabilirler. Bu, Kuran’da emredilen her
türlü özellik için geçerlidir. Kamil iman sahibi fedakarlığı, tevazuyu,
bağışlayıcılığı, adaleti, merhameti, dürüstlüğü kısacası her türlü güzel
ahlak özelliğini çevresine yaşayarak gösterir. Karşı taraf üzerinde
asıl etki bırakan da budur zaten. Zira fedakarlığın ne olduğunu uzun
uzun anlattığı halde, kimi zaman bu tavrı göstermekten kaçınan ve hatta
belki de bencilce davranan bir kimse, karşı tarafa samimiyetsiz olduğu
izlenimini verir ve onun üzerinde olumsuz etki yapar.
Bunun yerine anlatan ve anlattığı şeyi tüm samimiyetiyle yaşadığını
gösteren bir insanın konuşmalarının, karşı tarafın vicdanını kesin
olarak harekete geçireceği çok açıktır.
Kamil İman Sahibinin Allah’a Yönelişi
Kullarım Beni sana soracak olurlarsa, muhakkak ki Ben (onlara) pek
yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm.
Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler.
Umulur ki irşad olurlar. (Bakara Suresi, 186)
Allah her yeri sarıp kuşatan, insana şah damarından daha yakın olan,
işiten ve bilendir. Mümin bilir ki içinden geçen tek bir düşünce bile
Allah’tan gizli kalmaz. Samimi olarak Allah’tan bir istekte bulunmak
için insanın sadece düşünmesi yeterlidir. Bu düşünce sinelerin özünde
bile olsa Allah onu duyar ve samimi kullarının duasına mutlaka karşılık
verir. Çünkü Allah iman edenlerin dostu, koruyucusu ve yardımcısıdır.
Kuran’a göre dua, insanın tüm samimiyeti ile Allah’a yönelmesi ve
O’nun sonsuz ve sınırsız gücüne sığınarak O’ndan yardım dilemesidir.
Gücü sınırlı ve sonlu bir varlığın, gücü sınırsız bir kudret karşısında
acizliğini ortaya koyarak istekte bulunmasıdır. Dua, kişinin Allah ile
birebir bağlantısıdır. Aklından geçirdiği tüm düşünceler, istekler Allah
ile kişi arasında gizli kalır. Dolayısıyla üçüncü bir kimse tarafından
bilinmesine imkan olmayan bu ibadette gösterişe yer yoktur. Tamamen
samimiyete dayalı bir ibadettir.
Allah’ın kendilerine herkesten ve herşeyden daha yakın olduğunu, tüm
duaları duyduğunu ve tüm dualara icabet ettiğini en derinden hisseden ve
yaşayanlar ise kamil iman sahipleridir. Çünkü Allah’a samimi bir kalple
yönelirler ve O’nun büyüklüğüne karşın kendilerinin insan olarak ne
denli büyük bir acizlik içerisinde olduklarını bilirler. Ve yine
bilirler ki dualara karşılık veren yalnızca Allah’tır ve insanı
içerisinde bulunduğu zorluktan kurtarabilecek olan da yine ancak O’dur.
Kamil iman sahipleri sadece sıkıştıkları ve çaresiz kaldıkları zor
anlarda değil, her zaman ve her durumda Allah’a yönelirler. Çünkü
insanın hayatında Allah’a muhtaç olmadığı tek bir an bile olmadığını
bilirler. Onlar dua etmek için kendilerine bir sıkıntı dokunmasını
beklemezler. Zira bu ibadetin aynı zamanda bir kulluk vazifesi ve
Allah’a yakınlaşmak için önemli bir yol olduğunun farkına varmışlardır.
İşte bu da onları diğer insanlardan ayıran en önemli özelliklerden
biridir. Ayette sadece çaresizlik ve sıkıntı içerisindeyken Allah’a
yönelen ancak bu zorluktan kurtulduğunda hemen yüz çevirenlerin ahlakı
şöyle ifade edilmiştir:
İnsana bir zarar dokunduğunda, yan yatarken, otururken ya da
ayaktayken Bize dua eder; zararını üstünden kaldırdığımız zaman ise,
sanki kendisine dokunan zarara Bizi hiç çağırmamış gibi döner-gider.
İşte, ölçüyü taşıranlara yapmakta oldukları böyle süslenmiştir. (Yunus
Suresi, 12)
Kamil iman sahipleri ise nimet ve refah içerisindeyken de, sıkıntıya
düştüklerinde de Rabbimiz’e yönelenlerdir. Zira onlar, ”… Sizin duanız
olmasaydı Rabbim size değer verir miydi?…” (Furkan Suresi, 77) ayetini
düşünüp kavrayanlardır.
Onlar dualarını da yine Allah’ın Kuran’da tarif ettiği şekilde yaparlar. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
Rabbini, sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, kendi kendine,
ürpertiyle, yalvara yalvara ve için için zikret. Gaflete kapılanlardan
olma. (Araf Suresi, 205)
Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin. Şüphesiz O, haddi aşanları sevmez. (Araf Suresi, 55)
Görüldüğü gibi Kuran’da duanın yalvararak ve için için yapılması
istenmektedir. Çünkü Allah, duada kişinin samimiyetini ölçü alır. Dua
ettiğimiz Rabbimiz bizim içimizden geçirdiğimizi de, sesli olarak
söylediğimizi de duyan, bilendir. Kuran’ın bu emrine uyan müminler de o
anki samimi tavırları doğrultusunda kimi zaman içlerinden, kimi zaman da
sesli dua ederler. Ancak bu, hiçbir zaman etraftaki insanlara duyurmaya
ve gösterişe yönelik bir dua değildir. Çünkü Allah Kuran’da, “dini
yalnızca Allah’a halis kılarak dua etmenin” önemine şöyle dikkat
çekmektedir:
O, Hayy (diri) olandır. O’ndan başka İlah yoktur; öyleyse dini
yalnızca Kendisi’ne halis kılanlar olarak O’na dua edin. Alemlerin
Rabbine hamdolsun. (Mümin Suresi, 65)
Müminlerin dualarında dikkat çeken bir başka özellik de “Allah’ın
varlığını hissederek” dua etmeleridir. Onlar dua ederken sadece
istedikleri şeyleri değil, asıl olarak Allah’ın birliğini, büyüklüğünü,
sonsuz gücünü düşünürler. Kuran’da şöyle emredilmiştir:
Rabbinin ismini zikret ve herşeyden kendini çekerek yalnızca O’na yönel. (Müzzemmil Suresi, 8)
Kamil iman sahipleri, Allah’ı en güzel isimleriyle düşünerek dua
ederler. Allah’ın isimleri insanlara O’nun vasıflarını tanıtır. Allah’ın
esirgeyici, bağışlayıcı, affedici, yol gösterici, kullarına karşı çok
şefkatli ve merhametli olduğunu bilerek O’na seslenen müminler, Allah’ın
yakınlığını ve rahmetini çok daha iyi kavrarlar. Nitekim Kuran’da
Allah’a farklı isimleriyle dua edilebileceği şöyle belirtilmiştir:
İsimlerin en güzeli Allah’ındır. Öyleyse O’na bunlarla dua edin.
O’nun isimlerinde ‘aykırılığa (ve inkara) sapanları’ bırakın. Yapmakta
oldukları dolayısıyla yakında cezalandırılacaklardır. (Araf Suresi, 180)
Her konuda olduğu gibi elbette bu konuda da inananlar için en güzel
örnekler peygamberlere aittir. Kuran’da özellikle peygamber dualarındaki
içliliğe ve samimiyete dikkat çekilmiştir:
Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir
mülkü bana armağan et. Şüphesiz Sen, karşılıksız armağan edensin. (Sad
Suresi, 35)
(Musa yalvarıp) Dedi ki: “Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi
rahmetine kat. Sen merhamet edenlerin en merhametli olanısın.” (Araf
Suresi, 151)
Müminler aynı zamanda dualarında sabırlı olanlardır. Ayette onlara Allah’tan
“sabırla ve namazla” (Bakara
Suresi, 45) yardım dilemeleri bildirilmektedir. Bu sabır ve kararlılık
Allah’a duydukları güvenden ve teslimiyetten kaynaklanmaktadır. Mümin
Allah’ın dualara kesin olarak karşılık vereceğinden emindir ve
“… Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden umut kesmez” (Yusuf Suresi, 87) ayeti gereği asla umudunu yitirmez ve sabırla Rabbimiz’e yalvarır.
Kamil iman sahiplerinin dua anlayışı böyledir; Allah’tan içleri
titreyerek korkar, ondan saygıyla ve sabırla yardım dilerler. Kimi zaman
hiç kimsenin farkında olmadığı bir anda, günün en akla gelmeyecek
vaktinde, akla gelmeyecek bir yerde Allah’a saygıyla yakarıp yardım
diliyor olabilirler. Onlar günlük hayatın en karışık ve en yoğun
anlarında bile kalplerinde Allah korkusu ile O’na sığınır, O’na yalvarır
ve O’ndan yardım dilerler. Ve bilirler ki bu, onları Allah’a
yakınlaştıracak, onlara Rabbimiz’in rızasını ve cennetini kazandıracak
en kolay yoldur. Bu yakınlığın her an daha da artması için önlerinde
hiçbir engel yoktur; Allah Kuran’da kullarının samimi bir kalple
Kendisi’ne yönelmelerini ister. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
Cennet de, muttakiler için, uzakta değildir, (o gün)
yakınlaştırılmıştır. Bu, size vadolunandır; (gönülden Allah’a)
yönelip-dönen (İslam’ın hükümlerini) koruyan, Görmediği halde Rahman’a
karşı ‘içi titreyerek korku duyan’ ve ‘içten Allah’a yönelmiş’ bir kalp
ile gelen içindir. (Kaf Suresi, 31-33)
Kamil İman Sahiplerinin Zorluk Anında Gösterdikleri Güzel Tavırlar
Kamil iman sahiplerinin zorluk anındaki tavırlarından önce onların
zorluğu nasıl algıladıklarına dikkat çekmekte fayda vardır. Onlar
dünyanın özel olarak tasarlanmış bir imtihan mekanı olduğunu en derinden
kavrayan kimselerdir. Ve onlar, “zorluk” kavramının da “gerçekten iman
edenler” ile din konusunda “kalplerinde hastalık bulunanların” ayırt
edilmesi için yaratıldığını bilenlerdir. Zorluk ya da darlık anları
onların imanlarında samimi olduklarını ispat edebilmeleri açısından
önemli bir imkandır. Bu anlamda “zorluk” onlar için genel olarak bilinen
anlamından tam aksi bir anlama yani “nimete” dönüşür.
Bu sayede karşılarına çıkan her türlü zorluk karşısında tevekküllü
bir tavır gösterirler. Ama elbette Allah’a üzerlerine
kaldırabileceklerinden fazla zorluk yüklememesi için de dua ederler.
Onların bu duası ve Allah’ın icabeti şöyle bildirilir:
Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez. (Kişinin
nefsinin) Kazandığı lehine, kazandırdıkları aleyhinedir. “Rabbimiz,
unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma.
Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme.
Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet.
Bizi bağışla. Bizi esirge, Sen bizim mevlamızsın. Kafirler topluluğuna
karşı bize yardım et. (Bakara Suresi, 286)
Allah’ın takdiri üzerine bir zorlukla karşılaşırlarsa, bunun “güç
yetirebilecekleri” bir deneme olduğunu anlar ve bu olay karşısında
Allah’a olan teslimiyetlerini ve tevekküllerini en güzel şekilde ortaya
koymaya çalışırlar. Zira onlar zorluk anında gösterdikleri tavır ile
refah zamanında gösterdikleri tavrın Allah Katında makbuliyet açısından
bir olmadığını bilirler. Allah bu konuda şöyle bir örnek vermiştir:
Müminlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla
ve canlarıyla cehd edenler (çaba harcayanlar) eşit değildir. Allah,
mallarıyla ve canlarıyla cehd edenleri oturanlara göre derece olarak
üstün kılmıştır… (Nisa Suresi, 95)
Görüldüğü gibi Allah zor bir ortamda Kendi rızasını arayanların, çaba
harcamayanlardan derece bakımından daha üstün olduklarını belirtmiştir.
Çünkü burada örnek gösterilen müminlerin, zor ve sıkıntılı bir ortamda
tüm güçleriyle din ahlakına sarılmaları kuşkusuz ki onların imanlarının
derecesini göstermektedir. Oysa rahat bir ortamda fedakarlıkta bulunan
insanların samimiyetlerinden emin olmak zordur. İnsanları bu şekilde
zorluklarla denemek, Allah’ın doğru söyleyenlerle yalancıları
birbirlerinden ayırt etmesinin bir yoludur.
Allah’ın müminleri zorlukla denemesinin bir başka hikmeti daha
vardır. Zorluğu tadan kimseler, nimetlerin kıymetini çok daha iyi anlar
ve çok daha şükredici bir tavır gösterirler. Zira zorluk ve acının,
insanın ruhunu incelten ve olgunlaştıran bir yönü vardır. Allah bu
şekilde insanların dünyada; iyi ile kötünün, bolluk ile darlığın,
rahatlık ile zorluğun kıyasını yapmalarını sağlar. İnsanlar ancak bu
kıyaslar sayesinde kendilerine verilen maddi ve manevi nimetlerin
değerini anlarlar. Daha da önemlisi Allah’a her konuda ne kadar muhtaç
olduklarını görür, O’nun karşısındaki acizliklerini kavrarlar.
İnsanın dünyada ne tür zorluklarla denenebileceği ise bir ayette şöyle bildirilir:
Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan,
canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri
müjdele. (Bakara Suresi, 155)
Bu ayeti bilen bir mümin söz konusu zorluklarla henüz karşılaşmadan
önce kendisini bu duruma karşı hazırlar ve her ne olursa olsun sabırda,
tevekkülde ve teslimiyette kararlılık göstereceğine, Rabbimiz’e sadık
kalacağına dair Allah’a söz verir. Bu güzel tavır onun kamil imanının
gereğidir. Karşılaştığı şey büyük bir korku, dayanılmaz bir açlık,
fakirlik, yaralanma hatta ölüm bile olsa, Allah’tan razı olmaya ve
şükredici bir tavır göstermeye kesin kararlıdır. Ve bilir ki tüm bunlar
onu Allah’a daha da yakınlaştıracak ve O’nun sonsuz cennetinde
ağırlanmasına vesile olacaktır. Bir ayette şöyle bildirilmiştir:
Hiç şüphesiz Allah, müminlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti
vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda
savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve
Kuran’da O’nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah’tan daha çok
ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten
dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’
budur. (Tevbe Suresi, 111)
İmani olgunluğa erişmiş mümin bilir ki cennet gibi büyük bir mükafat,
sadece “iman ettik” demekle kazanılmaz. Allah bunu Kuran’da şöyle
bildirmiştir:
İnsanlar, (sadece) “İman ettik” diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını
mı sandılar? Andolsun, onlardan öncekileri sınadık; Allah, gerçekten
doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir. (Ankebut
Suresi, 2-3)
Yine bir başka ayette Allah bu önemli gerçeğe şöyle dikkat çeker:
Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete
gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir
zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki
müminlerle; “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyordu. Dikkat edin, şüphesiz
Allah’ın yardımı pek yakındır. (Bakara Suresi, 214)
Tüm bu ayetler göstermektedir ki, gelmiş geçmiş tüm insanlar Allah’ın
dünya için yarattığı kanunların bir gereği olarak bu zorluklarla
karşılaşmışlardır. Onlar da mallarından ve canlarından eksiltilerek
denenmiş, onlar da inkar edenlerin baskı ve zulümleriyle karşılaşmış ve
aralarındaki gerçek müminler ile samimiyetsizlerin farkı bu şekilde
ortaya çıkmıştır. Bu nedenle mümin Kuran’ı öğrendiği andan itibaren
ayetlerde belirtilen tüm bu olaylara karşı bir hazırlık içerisindedir.
Ancak bilir ki imtihanın şartlarına uygun olarak karşılaşacağı olaylar,
peygamber dönemindeki koşullarla tıpatıp aynı olmayabilir. Günümüzde bu
zorluklar farklı koşullar altında karşımıza çıkabilir.
Kamil iman sahibinin yaptığı imani hazırlık, karşısına çıkan hiçbir
olayı ayırt etmeden hepsinin birer deneme olduğunu bilmesini gerektirir.
Karşılaşacağı zorluk korku, açlık, mallarının eksilmesi ve canına
gelecek bir zarar olabileceği gibi, günlük hayatta karşılaşacağı bir
deneme de olabilir. Örneğin bazen en zor görünen şartlar üst üste
gelebilir. İnsan hiç beklenmedik bir zamanda bir yakınını kaybedebilir.
Aynı günlerde bir yandan da büyük bir maddi zorlukla karşılaşabilir. Tüm
bunların üstüne bir de ağır bir hastalığa yakalanabilir. Hatta bu
durumu fırsat bilen şeytan da çeşitli yollardan vesvese vererek
kendisine yaklaşmaya çalışabilir. İşte tam da böyle bir dönemde aniden
bir mümin kendisinden yardım isteyebilir. Kamil iman sahibi kişinin
tavrı her zaman Allah’ın beğendiği ahlaka uygun olur. Tüm
sıkıntısına, yorgunluğuna, hastalığına rağmen bu halini karşı tarafa
hiçbir şekilde hissettirmez. Ve ona en güzel yüz ifadesiyle, en
rahatlatıcı ses tonuyla ve elinden gelen en iyi tavırla yardımcı olmaya
çalışır.
İşte kamil iman sahibi bir mümin tüm bu sabrı ve bu güzel ahlakı,
Allah’a olan sevgisinden, saygısından, korkusundan ve O’na olan
teslimiyetinden dolayı göstermektedir.
Burada verdiğimiz, bir müminin yaşamı boyunca sayısız kereler
karşılaşabileceği örneklerden yalnızca biridir. Ancak anlatılmak istenen
şudur: Ne kadar çok zorluk üst üste gelirse gelsin kamil iman sahibi
bir insan, tavırlarında ve konuşmalarında güzel ahlakından asla taviz
vermez. Başına gelen her türlü zorluk ve sıkıntının Allah’ın izniyle
kendisine isabet ettiğini bildiğinden çareyi ve kurtuluşu yine Allah’tan
umut eder. Zaten dünyada az bir zaman kalıp gidecektir, esas olan
burada her durum ve şartta güzel bir sabır göstererek Allah’ın istediği
ve beğendiği ahlakı yaşamak ve O’nu razı etmektir.
Sonuçta dünya hayatında herşey gelip geçicidir. Önemli olan, insanın
bu gelip geçen olaylarla imtihan olduğunu unutmaması ve bu imtihanın
sonucunda da sonsuz hayatın kendisini beklediğini bilmesidir. Çünkü
insanların asıl yurdu ahirettir. İnsan dünyada olabilecek en büyük
acıyı, zorluğu, sıkıntıyı da yaşasa bütün bunlar mutlaka geçecek, veya
ölümle birlikte son bulacaktır.
Aynı şey tersi için de geçerlidir. Kişi dünyada büyük bir bolluk ve
refah içinde de olsa, bunların hiçbiri ona ait değildir, ölümüyle
birlikte hepsi dünyada kalacaktır. Ve belki de dünyada bolluk içinde
yaşayan bu insanın sonu cehennem azabı olacaktır. Burada anlatılmak
istenen şudur: Bir insanın dünyadaki yaşam şartları bir ölçü değildir,
ancak bir denemeden ibarettir. Dünyada birtakım zorluklarla karşılaşmış
bir insan ahiret hayatında, cennette sonsuza kadar mutluluk ve sevinç
içinde ağırlanabilir. Çünkü dünyada iken her şart ve ortamda Allah’ı
dost edinmiş ve O’nun hoşnutluğunu kazanmak için sabretmiştir. Ahirette
bu kişilerin söyleyecekleri söz şu olacaktır:
Derler ki: “Bizden hüznü giderip yok eden Allah’a hamdolsun; şüphesiz
Rabbimiz, gerçekten bağışlayandır, şükrü kabul edendir. Ki O, bizi
Kendi fazlından (ebedi olarak) kalınacak bir yurda yerleştirdi; burada
bize bir yorgunluk dokunmaz ve burada bize bir bıkkınlık da dokunmaz.”
(Fatır Suresi 34-35)
Kamil İman Sahibinin Nimet Verildiğinde Gösterdiği Tavır
İnsanların çoğu üzerlerinden sıkıntı kaldırılıp kendilerine nimet verildiğinde ayetteki ifadeyle
“şımararak sevince kapılırlar”. Ve bu nimetin kendilerine kim tarafından verildiğini unutarak hemen yüz çevirirler. Oysa ki Allah Kuran’da,
“… Şımararak sevinme, çünkü Allah, şımararak sevince kapılanları sevmez.” (Kasas Suresi, 76) şeklinde buyurmaktadır.
İşte gerçek iman sahipleri kendilerine verilen nimetlerden şımarmayan
ve tüm bunların Rabbimiz’den olduğunu bilenlerdir. Onlar zorluk
zamanında olduğu gibi, nimet ve refah içerisindeyken de Allah’a muhtaç
olduklarını ve Allah’ın dilediği anda üzerlerindeki nimeti
alabileceğini, kendilerini acz içerisinde bırakabileceğini unutmazlar.
Bu nedenle de darlıkta da, bollukta da, sıkıntıda da, rahatlıkta da her
zaman için Allah’a karşı şükredici bir tavır içerisinde olurlar.
Onlar, karşılarına çıkacak olan zorlu bir günün azabından korkarlar.
Çünkü Allah’ın verdiği nimetlere nankörlük edenleri cezalandıracağını
bilirler. Nankörlük edenlerin cezalandırılacağı, bir ayette şöyle haber
verilmiştir:
Böylelikle nankörlük etmeleri dolayısıyla onları cezalandırdık. Biz
(nimete) nankörlük edenden başkasını cezalandırır mıyız? (Sebe Suresi,
17)
Ve onlar verilen nimetlerin de, aynı zorluklar gibi dünya hayatı için
tasarlanan özel imtihanın bir parçası olduğunu bilirler. Kuran’da Hz.
Süleyman’ın bu gerçeği şöyle ifade ettiği bildirilir:
… “Bu Rabbimin fazlındandır, O’na şükredecek miyim, yoksa nankörlük
edecek miyim diye beni denemekte olduğu için (bu olağanüstü olay
gerçekleşti). Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim
nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Gani (hiçbir şeye ve kimseye
ihtiyacı olmayan)dır, Kerim olandır. (Neml Suresi, 40)
İşte kamil iman sahibi bir müminin nimet karşısında göstereceği tavır
da aynı böyledir. Hemen bunun bir deneme olduğunu düşünerek, Allah’a
sığınmak ve O’na şükretmek… Ve bunun ardından eline geçen bu imkanlarla
Allah’ın emrettiği diğer ibadetleri de eksiksiz olarak yerine getirmek.
Ancak şu da unutulmamalıdır ki, insanlara verilen nimetler sadece
maddi değerlerle sınırlı değildir. İnsanın imanı, güzelliği, aklı,
yetenekleri, sağlığı gibi konular da müminlerin şükredici olmasını
gerektiren çok büyük nimetlerdir. Bir ayette,
“Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz…” (İbrahim Suresi, 34) şeklinde bildirilerek Allah’ın kulları üzerindeki sonsuz nimetine dikkat çekilmiştir.
Kuran’a ve peygamberlerin hayatlarına baktığımızda onların çok zengin
veya çok güçlü de olsalar, yine aynı üstün ahlakı gösterdikleri,
adaletten asla taviz vermedikleri ve Allah’a karşı tevazularını
korudukları görülür. Allah iman eden kullarının bu üstün vasıflarını
Kuran’ın şu ayeti ile övmektedir:
Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidar sahibi
kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, ma’rufu emrederler,
münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah’a aittir. (Hac
Suresi, 41)